Deri Altı Kanama - Purpura - Peteşi - Ekimoz

Uyuz Hastalığı Tedavisinde Başarısızlık Nedenleri

Uyuz, Sarcoptes scabiei var. hominis adlı mikroskobik bir parazitin neden olduğu, oldukça bulaşıcı bir deri hastalığıdır. Temel olarak enfekte bir kişiyle kurulan yakın ten teması ile bulaşır. Kontamine olmuş eşyalar ve giysiler üzerinden bulaşma ise daha nadir görülen bir yoldur. Her yıl dünya genelinde yaklaşık 400 milyon insan bu hastalıktan etkilenmektedir. Hastalık normalde sıcak iklimlerde, su kaynaklarının kısıtlı olduğu düşük ekonomik gelirli bölgelerde daha yaygındır. Ancak son verilere göre göç politikalarıyla birlikte, bu risk faktörlerini taşımayan toplumlarda ve yüksek gelirli ülkelerde de salgınlar görülmeye başlanmıştır. Son yıllarda yapılan çalışmalar, Türkiye'de uyuz görülme sıklığında (insidansında) belirgin bir artış olduğunu rapor etmektedir. Günlük pratikte uzman bir doktor tarafından uyuz tanısının konulması ve ilaç seçenekleri ile tedavinin yapılması kolay ve pratik hale gelmiştir. Genel olarak oral ve topikal ajanlar olarak ikiye ayrılabilecek ilaçlar kullanılmaktadır; bunlar oral veya topikal ivermektin, topikal permetrin, benzil benzoat ve kükürtü (sülfür) içerir. Bu ilaçlar tek başına ya da kombine olarak kullanılabilmektedir

Ancak tanı yöntemlerinin gelişmesine ve birçok tedavi seçeneğinin (oral ve topikal) bulunmasına rağmen; çelişkili bir durum olarak, maalesef uyuz hastalığında salgınlar ve tedavi başarısızlığı hâlâ devam etmektedir. Bildirilen tedavi başarısızlığı oranları %15,2 civarındayken, bazı çalışmalarda bu oran %53,3'e kadar çıkmaktadır. Hastalığın yönetiminde sadece tanı ve ilaçlara odaklanmanın yeterli olmadığı görülmekte, bazı boşlukların da kapatılması gerekmektedir. Bunları şu başlıklarda gruplandırabiliriz:

  1. Tedavide topikal veya sistemik ilaç seçimi: Kullanılan ilacın türü (topikal permetrin vb. veya sistemik ivermektin vb.) ile başarı oranı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamamıştır. Bu da başarının, 'hangi ilaç türünün seçildiğinden' ziyade; 'ilacın ne kadar doğru uygulandığına', 'yeniden bulaşmaya' ve 'hijyen önlemlerine' bağlı olduğunu kanıtlamaktadır.
  2. Tedavinin eksik ve hatalı uygulanması: Tüm çalışmalar, uyuz tedavisindeki en belirgin başarısızlık nedeni olarak tedavilerin eksik ve hatalı uygulanmasını göstermektedir. Uyuz tedavisinde kullanılan topikal ilaçlar, hem hasta hem de bulaşma riski altındaki yakın çevresi tarafından mutlaka kullanılmalıdır. Bu ilaçlar tüm vücut yüzeyine uygulanmalı; başarılı bir sonuç için boyundan ayak tabanına kadar vücudun her noktasına sürülmelidir. Uygulama öncesi banyo yapılmalı sonrasında cilt kuru ve serin olmalıdır. İlacın ciltte belirli bir süre (permetrinde genellikle 8-14 saat, benzil benzoatta 48 saat ve kükürt içeren topikallerde 3 gün) kalması gerektiğinden, bu süreler içerisinde yıkanan her vücut bölgesine topikal ilaç derhal tekrar uygulamalıdır. İlaçlar ideal sürelerinde kaldıktan sonra sıcak su ile vücut yıkanmalıdır. Banyo sonrası hastalar temiz kıyafetler giymeli, nevresim takımnları değiştirilmelidir. Hastanın tüm yakın temaslıları, yeniden enfeksiyonu (reinfestasyon) önlemek için aynı anda tedavi edilmelidir. İlk uygulamadan 7–14 gün sonra ikinci bir uygulama yapılması önerilir. Bu protokol doktor ya da eczacı tarafından anlatılsa ve hastaların çoğu ilacı tüm vücuduna sürmesi gerektiğini bilse de; çalışmalar, hastaların vücutlarının önemli kısımlarını ilaçlamayı ihmal ettiklerini vurgulamaktadır.Fiziksel kısıtlılığı olmayan bireylerin bile hedef vücut alanının üçte birini ihmal ettiği görülmüştür. İlacın nasıl uygulanacağı konusunda eğitim verilen hastaların bile en çok ihmal ettikleri bölgeler şunlardır: Ayak bilekleri (%62), ayak parmak araları (%33), kuyruk sokumu ve genital bölge (%24) ve el parmak araları. Topikal tedavilerin kullanımı yüksek düzeyde hasta uyumu gerektirdiğinden; hastalara ihmal edilebilecek alanlar, ilacın uygulama süresi ve aralıkları konusunda eğitim verilmelidir. Tüm hastalara, ilacın yıkanması veya önerilen süreden önce temizlenmesi durumunda bölgeye ilacın derhal tekrar sürülmesi gerektiği anlatılmalıdır. Tedavi başarısızlığı görülen hastaların %41,4'ünün ellerini yıkadıktan sonra ilacı tekrar sürmediği belirlenmiştir (başka bir gözlemsel çalışmada bu oran %58 olarak bulunmuştur). Sistemik uyuz ilaçlarında ise dozların eksik alınması ya da tam zamanında kullanılmaması gibi hatalar gözlenmiştir. İvermektin içeren sistemik ilaçların aç karnına ve bol su ile alınmaması gibi. 

  3. Hasta ve yakın çevresinin bilgilendirilmesindeki eksiklikler: Uyuz hastalığı ve yönetimi konusunda hasta ve yakınları detaylı olarak bilgilendirilmeli, kendilerine yazılı bilgi formları verilmelidir. Tedavi başarısızlığı ile yetersiz bilgilendirme ve yazılı form verilmemesi arasında doğrudan bir korelasyon (bağlantı) bulunmuştur. Yazılı formu dikkatle takip eden hastaların tedavi başarı oranı istatistiksel olarak daha yüksektir.

  4. Uyuz tedavisindeki diğer belirgin başarısızlık nedeni; hijyen eksikliği ile kişisel eşyaların ve ev eşyalarının yeterince dezenfekte edilmemesidir. Parazitler insan cildi dışında üç güne kadar hayatta kalabilmektedir. Bu nedenle yatak takımlarının, iç çamaşırlarının, giysilerin ve mobilyaların yeterince temizlenmemesi, akarların hayatta kalarak kişiye tekrar bulaşmasına neden olur. Son 72 saat içinde kullanılan giysi, yatak takımı, havlu ve diğer tüm eşyalar çamaşır makinesinde yıkanmalı (50 °C veya daha yüksek sıcaklıkta), kuru temizleme yapılmalı veya hava almayacak şekilde plastik poşetlere mühürlenerek 1 hafta boyunca saklanmalıdır. Yatak takımları, giysiler ve havluların 50 °C sıcak su ile çamaşır makinelerinde yıkanması ya da 50 °C kurutma makinelerinde 10 dakika bekletilmesi, akar ve yumurtalarının ölmesi için yeterli olmaktadır. Yıkanamayan giysiler ise hava geçirmeyecek plastik poşetlerde 3-7 gün boyunca bekletilebilmektedir. Çevresel kontaminasyonu (kirliliği) azaltmak; halıların, zeminlerin ve döşemeli mobilyaların elektrikli süpürge ile süpürülmesiyle sağlanabilir.

  5. Yeniden Bulaşma (Re-infestasyon): Tedavi genellikle hastanın iyileşmesi, ancak çevresindeki kişilerin veya ortamın yeterince temizlenmemesi nedeniyle başarısız olur. Ev halkı ve yakın temaslılar, belirti göstermeseler bile mutlaka aynı anda tedavi edilmelidir. Yakın temaslıların (aile bireyleri vb.) tedavi edilmemesi, başarısızlıkların arkasındaki en temel nedenlerden biridir. Evde bebek bulunmasının tedavi başarısızlığı riskini artırdığı gözlemlenmiştir; bu durum muhtemelen hijyen yönetiminin zorluğu ve yoğun fiziksel temastan kaynaklanmaktadır. Bebeklerin tedavi sürecine dahil edilmemesi, yakın temas nedeniyle bulaş zincirinin kırılamamasına yol açar. Tedavi tamamlanana kadar başkalarıyla doğrudan cilt teması kurmaktan kaçınılmalıdır. Son iki ay içinde doğrudan cilt temasında bulunulan kişiler, tıbbi yardım almaları konusunda bilgilendirilmelidir. Yeniden enfeksiyonu önlemek için hane üyeleri, cinsel partnerler ve yakın fiziksel temasta bulunulan herkes, semptom gösterip göstermediklerine bakılmaksızın eş zamanlı olarak tedavi edilmelidir.

  6. Kontrol muayenesinin önemi ve devam eden kaşıntının klinik olarak değerlendirilmesi: Kontrol muayenelerinde devam eden kaşıntı titizlikle değerlendirilmeli; 'cilt kuruluğuna bağlı kaşıntı' ile 'aktif uyuz kaşıntısı' arasındaki ayrım doğru yapılmalıdır. Uyuz tedavisi başarılı olsa da kaşıntının 3-6 hafta daha devam edebileceği unutulmamalıdır. Birçok hasta, kullanılan ilaçlar ve sık banyo yapılması cildi kuruttuğu için kaşınmaya devam etmekte ve bu durumu tedavinin başarısızlığı olarak yorumlamaktadır. Bağışıklık sisteminin ölü akarlara ve kalıntılarına karşı devam eden tepkisi nedeniyle, başarılı bir tedaviden sonra şiddetli kaşıntı (post-skabetik kaşıntı olarak da bilinir) iki ila dört hafta boyunca sürebilir. Bu süreçte topikal kortikosteroidler ve oral antihistaminikler, cilt tahrişini ve kaşıntıyı azaltmaya yardımcı olabilir.

  7. İlaçlara direnç tartışması: Uyuz tedavisinde sık kullanılan permetrin ve ivermektin etkin maddelerine karşı bir direnç geliştiğini savunan klinik çalışmalar ve görüşler ileri sürülmektedir. Bazı çalışmalar, tedavilerdeki başarısızlığın ilacın yanlış uygulanmasından ziyade dirençle, yani doğrudan ilacın kendisiyle ilgili olabileceğini öne sürmüştür. Bu çalışmalarda, uyuz akarlarının ilaçlara karşı genetik mutasyonlar geçirdikleri ve direnç kazandıkları saptanmıştır. Ancak son laboratuvar testleri, standart permetrin konsantrasyonlarının (%5 ve üzeri) akarlar için hâlâ öldürücü olduğunu göstermektedir. Bu nedenle tedavi başarısızlığının ilaç direncinden ziyade; ilacın yanlış kullanımı, hijyen koşullarının tam sağlanamaması ve yeniden bulaşma (reinfestasyon) ile ilgili olduğu düşünülmektedir.

Başarılı bir uyuz yönetimi için:

  1. Bilgilendirme: Hasta ve hasta yakınları doğru ve detaylı şekilde bilgilendirilmeli; kendilerine adım adım tedavi uygulama rehberleri içeren yazılı formlar verilmelidir.

  2. 7-14 Gün Kuralı: Topikal ve sistemik uyuz ilaçları erişkin akarlara etki ederken, maalesef yumurtalar üzerinde etkili olamamaktadır. Bu nedenle 7-14 gün kuralı mutlaka uygulanmalıdır. İlk uygulamadan sonra yumurtadan çıkan yeni akarları yok etmek için, tedavinin 7. ve 14. günlerde tekrarlanması kritiktir.

  3. Başarılı bir hijyen sağlanması

  4. Gözetimli Uygulama: Sürekli başarısızlık yaşanan dirençli vakalarda, ilacın tüm vücuda eksiksiz sürüldüğünden emin olmak için hastaneye yatış veya bir hemşire gözetiminde uygulama seçeneği değerlendirilmelidir.

 
Kulaklık Kullanımının Dış Kulak Yolu Cilt Sağlığı Üzerindeki Etkileri

Günümüzde kulaklıklar; akıllı telefonlar, tabletler, multimedya ve oyun cihazlarının ayrılmaz bir bileşeni olmanın yanı sıra, modern yaşamın kişisel izolasyon araçları olarak kabul edilmektedir. Özellikle COVID-19 pandemisi sonrası e-öğrenme süreçlerinin ve çevrim içi toplantıların yaygınlaşmasıyla birlikte, bu cihazların kullanımı son yıllarda ciddi bir ivme kazanmıştır. Ancak, bu yaygınlaşma ile paralel olarak, kulaklık kullanımının insan sağlığı üzerindeki patolojik etkilerine dair her geçen gün yeni veriler yayınlanmaktadır. Bu olumsuzluklar; dış kulak yolunda gelişen dermatolojik sorunlar ile işitme sağlığı üzerindeki potansiyel hasarları kapsamaktadır. 

Kulaklıkların kulak üstü (over-ear) modellerden kulak içi (in-ear) teknolojilere uzanan evrimsel süreci incelendiğinde; kökenlerinin telekomünikasyonun ilk yıllarına ve askeri gereksinimlere dayandığı görülmektedir. Kulaklığın atası, günümüzdeki kompakt yapısından oldukça uzaktı. 19. yüzyılın sonlarında telefon operatörleri için geliştirilen ilk modeller; operatörlerin ellerini serbest bırakmasına olanak tanıyan, omuza oturtulan ve yaklaşık 5 kilogram ağırlığında olan tek taraflı hoparlörlerdi. 2001 yılında Apple’ın beyaz renkli iPod kulaklıklarını piyasaya sürmesi, kulak içi tasarımları bir moda ikonuna dönüştürerek müzik ekosistemini kökten değiştirmiştir.  2016 yılında AirPods ile 'True Wireless Stereo' (TWS) olarak adlandırılan ve tam kablosuz kulaklık dönemi başlamıştır. Bu yeni nesil modeller; kulak kanal anatomisine uyumlu silikon uçlar ve biyometrik sensörlerle donatılmış, ayrıca Aktif Gürültü Engelleme (ANC) teknolojisinin entegrasyonu ile kulaklık standartlarını yeniden belirlemiştir. Kulaklıkların bu tarihsel gelişimi; yalnızca bir ses aktarım cihazının evrimini değil, aynı zamanda bireyin teknolojiyle kurduğu fiziksel ve sosyal ilişkinin dönüşümünü de yansıtmaktadır. Telefon operatörlerinin kullandığı devasa düzeneklerden; kulağın içine giren, kablosuz çalışan ve kalp ritmini dahi ölçebilen akıllı giyilebilir teknolojilere evrilen bu süreç, gelecekte artırılmış gerçeklik (AR) ve işitsel şeffaflık (transparency mode) özellikleri üzerinden gelişmeye devam edecektir.

"12-25 yaş grubunu kapsayan bir araştırmaya göre; kulak içi veya kulak üstü cihaz kullanım yaygınlığı %50’nin üzerindedir. En sık tercih edilen modelin kulak içi (in-ear) kulaklıklar olduğu saptanmıştır. Kullanıcıların %30’unun günde ortalama 1-2 saat kulaklık kullandığı; %20’sinin ise uyku esnasında dahi cihaz kullanımına devam ettiği belirlenmiştir.

Araştırmaya katılan kullanıcıların %20’si; işitme kaybı ve dış kulak yolu dermatolojik sorunları başta olmak üzere, kulaklık kaynaklı olduğunu düşündükleri çeşitli semptomlar bildirmektedir. En yaygın ifade edilen klinik şikayetler arasında pruritus (kaşıntı), otalji (kulak ağrısı) ve serumen (kulak kiri) birikimi yer alırken; kulak çınlaması (tinnitus) ve baş ağrısı daha az sıklıkla rapor edilen belirtiler olmuştur.

Kulaklık kullanımına bağlı gelişebilecek olası yan etkilere dair farkındalık düzeyleri incelendiğinde; kadın kullanıcıların erkeklere oranla daha duyarlı olduğu saptanmıştır. Buna karşın, özellikle 18 yaş altı öğrenci grubunda sağlık risklerine dair farkındalığın anlamlı derecede düşük olduğu görülmektedir."

İşitme organı; dış, orta ve iç kulak bölümlerinden oluşan son derece hassas bir yapıya sahiptir. Bu yapının dış ortamla temasını sağlayan dış kulak yolu (meatus acusticus externus), yaklaşık 2,5 cm uzunluğunda ve 'S' formunda bir kanaldır. Dış kulak kanalı, vücudun diğer deri yüzeylerinden farklı olarak keratinize çok katlı yassı epitel ile kaplıdır ve kendine özgü bir 'epitelyal migrasyon' (kendi kendini temizleme) mekanizmasına sahiptir.

Kanalın dış 1/3'lük kıkırdak kısmında konumlanan apokrin ve sebase bezler; lizozim, immünoglobulinler ve serbest yağ asitleri içeren, yaklaşık 5,0 - 5,7 pH değerine sahip asidik bir salgı olan serumeni (kulak kiri) üretir. Serumen; bu bileşenleri sayesinde hem koruyucu bir nem bariyeri sağlar hem de patojenlere karşı güçlü bir antibakteriyel ve antifungal kalkan görevi görür.

Kulaklık kullanımı, dış kulak kanalının bu hassas ekosistemine doğrudan bir fiziksel müdahale niteliğindedir. Cihaz kullanımı; hem mekanik baskı hem de kimyasal dengenin bozulması yoluyla kanalın doğal bariyer fonksiyonlarını sekteye uğratmakta ve cilt üzerinde çeşitli patolojik mekanizmaların tetiklenmesine neden olmaktadır.

Kulaklık imalatında yaygın olarak kullanılan polimerler, akrilatlar, nikel, sentetik kauçuk bileşenleri, plastikleştiriciler, silikon ve çeşitli renklendirici maddeler; duyarlı bireylerde alerjik kontakt dermatit gelişimini tetikleyebilmektedir. Klinik tablo tipik olarak şiddetli kaşıntı (pruritus), eritem (kızarıklık) ve deskuamasyon (deri döküntüsü) ile karakterizedir.

Özellikle kulak içi (in-ear) modellerin uzun süreli kullanımı, dış kulak kanalını hava sızdırmaz şekilde kapatarak 'oklüzyon' etkisi yaratır. Bu durum kanal içi hava sirkülasyonunu keserek evaporasyonu (buharlaşmayı) engeller. Sonuçta gelişen nem ve sıcaklık artışı, stratum corneum tabakasının yumuşamasına, yani maserasyona yol açmaktadır. Artan nem ve lokal terleme, kanalın koruyucu asidik pH’ını alkaliye doğru kaydırarak saprofit floranın (yararlı bakteriler) azalmasına; Pseudomonas aeruginosa ve Candida albicans gibi patojenik mikroorganizmaların kolonizasyonuna elverişli bir zemin hazırlar. Literatürdeki çalışmalar, günlük 60 dakikayı aşan kesintisiz kulaklık kullanımının, dış kulak yolu florasındaki patojenik mikroorganizma (özellikle Staphylococcus aureus) yoğunluğunu anlamlı ölçüde artırdığını kanıtlamaktadır.

Kulaklıkların takılıp çıkarılması esnasında oluşan mekanik sürtünme veya tam oturmayan başlıkların yarattığı fiziksel baskı, epitelde mikroskobik düzeyde travmalara (fissürler) neden olur. Bu gözle görülmeyen çizikler, cilt bütünlüğünü bozarak bakterilerin dermis tabakasına sızması için bir giriş kapısı oluşturur ve enfeksiyon riskini akut hale getirir.

Buna ek olarak, kulak içi kulaklıklar epitelin doğal 'self-cleaning' (kendi kendini temizleme) mekanizmasını engelleyerek serumeni kanalın derinliklerine doğru iter. Serumenin bu şekilde içe hapsolması, epitel üzerindeki migrasyonu durdurarak kronik inflamasyona, dış kulak yolu tıkanıklığına (buşon), iletim tipi işitme kaybına ve sekonder enfeksiyon gelişimine sebebiyet verebilmektedir.

Dermatolojik komplikasyonların minimize edilmesi amacıyla; kulaklıkların deriye temas eden yüzey alanları ve bu yüzeylerin yarattığı mikro-iklimsel koşullar (nem ve sıcaklık artışı) göz önünde bulundurularak, ergonomik tasarımlar yeniden yapılandırılmalıdır. İmalat aşamasında kullanılan materyallerin biyo-uyumluluğu yüksek, düşük alerjen kapasiteli (hipoalerjenik) bileşenlerden seçilmesi, kontakt dermatit riskini azaltmak adına öncelikli bir strateji olmalıdır.

Dermatolojik sağlığın korunmasında cihaz hijyeni ve kullanım süresinin sınırlandırılması kritik bir öneme sahiptir. Bu bağlamda, her kullanıcıya ve materyal tipine (silikon, deri, tekstil) özgü, bileşenlerin biyofiziksel özelliklerini bozmayan özelleştirilmiş hijyen protokolleri geliştirilmelidir.

Kulaklık kullanımına bağlı gelişebilecek işitme problemleri ve dermatolojik komplikasyonları minimize etmek amacıyla şu koruyucu önlemlerin uygulanması klinik olarak tavsiye edilmektedir:

  • 60/60 Kuralı: İşitme sağlığını korumak ve kulak kanalındaki havalanmanın sağlanması için, kulaklıklar maksimum ses seviyesinin %60’ını aşmayacak şekilde ve günde kesintisiz en fazla 60 dakika kullanılmalıdır. Her kullanım sonrası dış kulak yolunun havalanmasına izin verilmelidir.
  • Kulaklıkların Hijyeni: Kulaklıkların temas yüzeyleri düzenli olarak dezenfekte edilmelidir. 
    • Silikon bileşenli kulak içi (in-ear) kulaklıklar, dış kulak yoluna doğrudan penetre oldukları için serumen ve keratinize epitel döküntüleri ile en yoğun temas kuran cihazlardır. Her kullanım sonrasında kulaklık uçlarında biriken serumen kalıntıları, yumuşak ve kuru bir mikrofiber bezle titizlikle temizlenmelidir. Serumen doğal olarak asidik bir pH değerine sahip olsa da, cihaz üzerinde biriktiğinde ve vücut ısısıyla birleştiğinde, patojenik bakteriyel kolonizasyon için ideal bir besiyeri (substrat) ve biyofilm tabakası görevi görür. Bu organik birikintilerin temizlenmemesi, mikroorganizmaların her kullanımda tekrar kulak kanalına transfer edilmesine ve kronik irritasyonlara zemin hazırlar.
    • Kulak içi kulaklıklarda kullanılan silikon uçlar, cihaz gövdesinden ayrılabilir yapıda ise haftada en az 1-2 kez derin temizlik sürecine tabi tutulmalıdır. Bu süreçte uçlar, ılık ve tercihen antibakteriyel içerikli sıvı sabunlu suda yaklaşık 5 dakika bekletilmelidir. Bu işlem, birikmiş organik materyallerin maserasyon yoluyla yumuşayarak yüzeyden uzaklaştırılmasını sağlar. Mekanik temizliğin ardından, silikon yüzeyler %70 izopropil alkol ile nemlendirilmiş bir pamuklu aplikatör yardımıyla dezenfekte edilerek mikrobiyal yükten arındırılmalıdır. Dezenfeksiyon sonrası en kritik aşama kurutma sürecidir. Silikon uçlar, oda sıcaklığında tamamen kuruması için yaklaşık 1-2 saat bekletilmeden cihaz üzerine tekrar monte edilmemelidir. Nemli kalan uçların kullanımı, dış kulak yolundaki nem oranını patolojik seviyelere çıkararak otomikoz (mantar enfeksiyonu) riskini yaklaşık %40 oranında artırmaktadır.
    • Tam kablosuz (TWS) kulaklıkların şarj ve muhafaza kutuları; karanlık, kapalı ve cihazlardan transfer edilen ısı nedeniyle mikroorganizmaların proliferasyonu (çoğalması) için elverişli bir inkübasyon ortamı oluşturabilmektedir. Bu durum, şarj kutularının potansiyel bir patojen rezervuarı haline gelmesine yol açar. Mikrobiyal yükü kontrol altında tutmak amacıyla, haftada en az bir kez kutu içindeki konektörler ve yuvalar, kalıntıları uzaklaştırmak için kuru ve yumuşak bir fırça ile süpürülmelidir. Ardından, cihazın elektronik aksamına zarar vermeyecek şekilde izopropil alkollü mendillerle dezenfeksiyon işlemi gerçekleştirilmelidir. Şarj kutusu hijyenine gösterilmeyen ihmal, temizlenmiş kulaklıkların her kullanım öncesi yeniden kontamine olmasına (tekrar kirlenmesine) neden olarak dış kulak yolu enfeksiyonu riskini süreklileştirmektedir.
    • Kulak üstü (over-ear) kulaklıklar, dış kulak kanalına penetre olmasalar da, kulak çevresindeki yağ bezleri yoğun olduğu deri bölgelerine doğrudan mekanik baskı uygulamaktadır. Özellikle deri veya suni deri (pleather) materyalden üretilen pedler, sebum ve ter sekresyonlarını absorbe ederek kontamine olurlar. Her kullanım sonrasında ped yüzeyleri, alkolsüz bir dezenfektan mendil veya hafif nemli bir bezle temizlenmelidir. Bu noktada alkol bazlı temizleyicilerin kullanımından kaçınılmalıdır; zira alkol, polimer yapıdaki suni derinin elastikiyetini bozarak mikro-çatlaklar oluşturur. Bu çatlaklar, başta Staphylococcus aureus olmak üzere patojen mikroorganizmalar için eradike edilmesi güç 'mikro-barınaklar' ve biyofilm alanları yaratır. Kumaş veya velur (kadife benzeri) dokulu pedler ise, deri muadillerine oranla daha gözenekli yapıları nedeniyle yüksek miktarda toz akarı (mite), deskuame epitel ve bakteri barındırma eğilimindedir. Hijyen protokolü dahilinde, çıkarılabilir özellikteki pedler ayda en az bir kez ılık suda manuel olarak yıkanmalıdır. Ayrıca, cihazın kafa bandı (headband) kısmının saçlı deri ile temas eden yüzeyi; sebum, ter ve saç bakım ürünü kalıntılarından düzenli olarak arındırılmalıdır. Bu bölgelerdeki hijyen eksikliği ve sürekli mekanik friksiyon (sürtünme), deri üzerinde 'akne mekanika' (basınç ve sürtünme kaynaklı sivilce oluşumu) ve folikülit gibi patolojik tabloları tetikleyebilmektedir.
    • Zaman içerisinde kulak içi silikon uçlar ve kulak üstü pedler, maruz kaldıkları vücut ısısı, sebum ve çevresel faktörler nedeniyle yapısal bütünlüklerini kaybederek mikroskobik düzeyde gözenekli (poröz) bir yapı kazanırlar. Materyalde meydana gelen bu dejenerasyon, dezenfeksiyon işlemlerinin etkinliğini azaltarak mikroorganizmaların gözeneklerin derinliklerine yerleşmesine ve eradikasyonun (tamamen temizlenmenin) imkansız hale gelmesine neden olur. Bu biyofilm riskini ve kronik enfeksiyon döngüsünü önlemek amacıyla; silikon uçların ortalama 6 ayda bir, kulak üstü pedlerin ise kullanım yoğunluğuna bağlı olarak 12-18 ayda bir yenileriyle değiştirilmesi klinik olarak önerilmektedir. Eski ekipmanların kullanımında ısrar edilmesi, dezenfeksiyon protokolleri uygulansa dahi dış kulak yolunun sürekli olarak patojenik mikroorganizmalara maruz kalmasına sebebiyet verebilmektedir.
    • Kulaklıklarınızın IP (suya dayanıklılık) özelliğini mutlaka kontrol etmeniz önemlidir. Eğer cihazınızın sıvı temasına direnci düşükse, temizlik sırasında sıvıyı doğrudan cihaza sıkmak yerine her zaman bir bez veya pamuk üzerine uygulayarak kullanmalısınız.
    • Kulaklık kullanımı sırasında deri bütünlüğünü korumak için seçilecek solüsyonlar, sadece cihazı temizlemekle kalmamalı, aynı zamanda cihazın temas ettiği deri bölgesindeki pH dengesini ve bariyer fonksiyonunu da desteklemelidir. Bu nedenle deri tipinize uygun (yağlı veya hassas ciltler için) ek koruyucu solüsyon kullanılmalıdır. 
    • Yağlı ve hassas cilt tipine sahip bireylerde, kulaklık pedlerinin uyguladığı mekanik baskı ve yarattığı lokal ısı artışı, sebase bezleri (yağ bezleri) stimüle ederek aşırı sebum üretimine yol açar. Bu süreç; kulak çevresi ve kanal girişinde, literatürde 'akne mekanika' olarak tanımlanan sivilcelenme ve folikülit (kıl kökü iltihabı) tablolarının gelişmesine neden olmaktadır. Bu patolojik oluşumları önlemek amacıyla, kulaklık kullanımı öncesi ve sonrasında (dış kulak kanalına girmemek kaydıyla) periauriler deri bölgesinin %2 oranında salisilik asit içeren alkolsüz tonikler ile temizlenmesi önerilir. Lipofilik (yağda çözünen) bir yapıya sahip olan salisilik asit, deri üzerindeki lipid tabakasını ve gözenekleri tıkanmaya neden olan debrislerden arındırırken, aynı zamanda etkili bir antibakteriyel koruma sağlar. Buna ek olarak, doğal bir antiseptik olan Çay Ağacı Yağı (Tea Tree Oil), özellikle kafa bantlı kulaklıkların temas ettiği geniş deri yüzeyleri için güçlü bir profilaktik seçenektir. Seyreltilmiş çay ağacı yağı ile yapılan topikal uygulama, deri yüzeyindeki Staphylococcus aureus kolonizasyonunu baskılayarak enfeksiyon riskini minimize eder
    • Hassas ve atopik cilt tipine sahip bireylerde temel patoloji; kulaklık materyaline karşı gelişen irritasyon ve artan transepidermal su kaybıdır (TEWL). Bu deri tipinde alkol bazlı temizleyicilerin kullanımı, bariyer bütünlüğünü bozarak kserozis (aşırı kuruluk), mikro-fissürler ve ekzematöz lezyonlara sebebiyet verebilir. Kulaklık kullanımı sonrasında kızaran ve termal stres altına giren deri bölgesine termal su spreyleri ile müdahale edilmesi, hem inflamasyonu yatıştırır hem de zengin mineral içeriğiyle deri bariyerini destekler. İçeriğinde Niasinamid (Vitamini B3) bulunan solüsyonlar, derideki endojen seramid üretimini stimüle ederek epiteli kulaklığın yarattığı mekanik sürtünmeye karşı daha dirençli hale getirir. Profilaktik bir önlem olarak; kulaklık kullanımından 15-20 dakika önce, aurikula (kulak kepçesi) kıvrımlarına ve temas noktalarına ince bir tabaka halinde Seramid veya Panthenol (Vitamini B5) içeren bariyer kremlerin uygulanması klinik olarak endikedir. Bu kremler, deri ile sentetik kulaklık materyali arasında biyofiziksel bir koruma kalkanı oluşturarak alerjik ve irritan kontakt dermatit gelişimini anlamlı ölçüde önlemektedir.
    • Kulaklık temizlerken kullanılan kimyasallar sonrasında deriyle temas ettiğinde reaksiyona yol açabilir. Bu nedenle cihaz temizliğinde şu maddeler tercih edilmelidir:
      • Hipokloröz Asit (HOCl): Vücudun kendi bağışıklık hücreleri tarafından da üretilen bu madde, en güvenli ve en güçlü dezenfektanlardan biridir. Tahriş edici değildir, alkol içermez ve hem silikon uçlarda hem de deri pedlerde güvenle kullanılabilir. Bakteri, virüs ve mantarlara karşı saniyeler içinde etkilidir.
      • Glikolik Asitli Mendiller: Kulaklık pedlerini haftalık olarak düşük konsantrasyonlu glikolik asitli mendillerle silmek, ped üzerinde biriken ölü deri hücrelerini (keratin döküntülerini) kimyasal olarak çözer ve bakteri birikimini minimize eder.
    • Yukarıda belirtilen hiçbir temizleme solüsyonu kulak kanalına direkt sürülmemeli yada kulağa damlatılmamalıdır. 
  • Dış Kulak Yolunda Nem Kontrolü: Banyo, yüzme veya yoğun fiziksel aktivite (terleme) sonrasında dış kulak yolu tamamen kurulanmadan kulak içi cihaz kullanılmamalıdır. Nemli kalan kanal, patojenik mikroorganizmalar ve otomikoz (mantar) için uygun bir üreme ortamı oluşturur. Kulak kanalının tamamen kuruması için en az 20-30 dakika beklenmelidir. Dış kulak yolundaki derinin bariyer fonksiyonunu geri kazanması için her 45-60 dakikalık kullaklık kullanım sonrası en az 15 dakikalık bir kulaklık kullanılmaması önerilir. 
  • Kulaklıkların Kişisel Kullanım ve Paylaşılmaması: Kulaklıklar, havlu veya diş fırçası gibi kişisel eşyalar olarak kabul edilmelidir. Cihazların paylaşılması, bireyler arasında patojen mikroorganizmaların transferine (çapraz kontaminasyon) ve rekürren (tekrarlayan) enfeksiyonlara yol açabilir.
  • Kulaklık Modelinde Ergonomik ve Hipoalerjenik Seçimler: Hassas cilt tipine sahip bireyler, nikel veya lateks içermeyen, biyo-uyumluluğu yüksek hipoalerjenik materyallerden üretilmiş cihazları tercih etmelidir. Ayrıca, kulak kanalına aşırı baskı yapmayan, anatomik yapıya uygun uçlar kullanılmalıdır.
  • Kulaklıkların Uyku Sırasında Kullanımdan Kaçınma: Uyku esnasında kulaklık kullanımı, hem mekanik travma riskini hem de oklüzyon süresini kontrolsüz şekilde artırdığı için kesinlikle önerilmemektedir.

Dış kulak yolunda kaşıntı ve akıntı, genellikle savunma bariyerinin bozulduğuna ve bir otomikoz (mantar) veya eksternal otit (bakteriyel dış kulak iltihabı) başlangıcına işaret eder. Kulaklık kullanımı bu durumu "sera etkisi" yaratarak daha da kötüleştirebilir. Sıcak ve nemli mikro-iklim, özellikle Aspergillus ve Candida türlerinin üremesi için idealdir. Kulaklık kullanan bireylerde, kulak kanalında beyaz, siyah veya gri renkli küf odakları ve şiddetli kaşıntı ile seyreden otomikoz vakaları, kulaklık kullanmayan popülasyona oranla daha sık görülmektedir.

Bu tür spesifik şikayetler için dermatolojik ve otolojik temelli bir bakım ve korunma rutini yer almalıdır. Bu rutin, kanal içindeki flora dengesini (mikrobiyota) yeniden tesis etmeyi ve nem kontrolünü sağlamayı amaçlar.

  • Sıfır Nem Protokolü: Mantar ve bakteriler nemli ortamlarda hızla çoğalır. Akıntı veya kaşıntı başladığında en önemli adım kulak kanalını kuru tutmaktır. 
  • Kurutma Yöntemi: Duş sonrası veya kulaklık kullanımı sonrası kulak kanalına kesinlikle pamuklu çubuk sokulmamalıdır. Bunun yerine, düşük ısıda ve düşük hızda bir saç kurutma makinesini yaklaşık 30 cm uzaktan tutarak kulak kanalının girişi 1 dakika boyunca kurutulmalıdır.
  • Banyo Öncesi Koruma: Banyo yaparken kulak kanalına su kaçmasını önlemek için vazelin sürülmüş bir pamuk parçasını kanal girişine (içeri itmeden) yerleştirmek, inflamasyonu baskılamada kritiktir.
  • pH Dengeleyici ve Antiseptik Müdahale: Sağlıklı bir kulak kanalı asidiktir. Kaşıntı başladığında bu asidite bozulmuştur.Doktorunuzun da onayıyla, tıbbi olarak hazırlanmış düşük konsantrasyonlu borik asit damlaları veya sterilize edilmiş beyaz sirke-su karışımı (yarı yarıya) ile kanal girişi silinebilir. Bu uygulama, pH'ı asit seviyesine çekerek mantar sporlarının (sporülasyon) üremesini durdurur. Eğer kaşıntı şiddetliyse, kulak kepçesi ve kanal girişini antifungal içerikli (örneğin ketokonazol veya çay ağacı özlü) bir temizleyici ile nazikçe silip hemen kurulamak, yüzeydeki mantar yükünü azaltır.
  • Akıntı ve Kaşıntı Varken Kulaklık Kullanmamak: Kulak içi (silikon uçlu) kulaklık kullanmak, enfeksiyonu kulak zarının daha derinlerine itebilir ve iyileşmeyi imkansız hale getirir. Akıntı tamamen kesilene kadar kulaklıklardan kaçınılmalıdır. Eğer mutlaka kulaklık kullanılması gerekiyorsa, kulak kanalını tamamen açık bırakan kemik iletimli kulaklıklar bu dönemde en sağlıklı alternatiftir.
  • Kulaklık Uçlarının Sterilizasyonu: Kaşıntıya neden olan mikroorganizmalar kulaklık uçlarına yerleşmiş olabilir. Eğer mevcut bir enfeksiyonunuz varsa, tedavi sonrası aynı silikon uçları kullanmak "re-enfeksiyona" (tekrar bulaşma) neden olur. Bu nedenle eski uçlar atılmalı veya %70 izopropil alkol içinde 1 saat bekletilerek tam sterilizasyon sağlanmalıdır.
  • Aşağıdaki belirtiler gelişirse, evde bakım protokolü yerine bir KBB (Kulak Burun Boğaz) uzmanına başvurulması zorunludur:
    • Akıntının kötü kokulu, sarı/yeşil renkte veya kanlı olması.
    • Kulak kepçesine dokunulduğunda veya çiğneme hareketi sırasında şiddetli ağrı duyulması.
    • İşitmede azalma veya sürekli çınlama (tinnitus) hissi.
    • Kulak çevresindeki lenf bezlerinde şişme.
  • Unutmayın: Kulak içi kaşıntısı genellikle "kaşı-yırt-enfekte et" döngüsüne girer. Kaşımak için kullanılan yabancı cisimler (toka, kalem, pamuklu çubuk) epitelde kalıcı hasara ve daha ciddi olan Malign Eksternal Otit gibi durumlara zemin hazırlayabilir.

Kulaklıklarda son yıllarda kullanılmaya başlanan Aktif Gürültü Engelleme (Active Noise Cancellation - ANC), akustik mühendisliği ve dijital sinyal işlemenin (DSP) birleştiği, temeli fiziksel bir fenomene dayanan bir teknolojidir. Bu teknoloji, dış dünyadaki gürültüyü pasif yalıtım ile fiziksel olarak engellemek yerine onu fizik yasalarını kullanarak matematiksel olarak yok etmeyi amaçlar. ANC kulaklıklar dış sesi yakalayan dış mikrofonlar ve kulak kanalı içindeki kalıntı sesi duyan iç mikrofonlara sahip. Cihazın içindeki yüksek hızlı işlemci milisaniyeler içinde, gürültüyü oluşturan ses dalgasının tam tersi olan bir "anti-ses" dalgası üretir. Kulaklık hem müziği hem de üretilen anti-ses dalgasını aynı anda kulağa ileten hoporlör bileşenlerine sahiptir. ANC kulaklıklarda kullanılan işlemci yeterli hıza sahip olmalıdır. Çünkü ses saniyede 343 metre hızla yayılır. Kulaklığın dışındaki mikrofon sesi yakalayıp, işlemci tersini hesaplayıp, sürücü bu sesi verene kadar geçen süre neredeyse sıfır olması gerekir. Eğer bu işlem uzarsa üretilen anti-ses gürültüyü yok etmek yerine daha fazla gürültüye neden olabilir.

ANC kulaklık teknolojisi, sunduğu konforun yanı sıra "kulak basıncı" veya "işitme yorgunluğu" gibi tıbbi durumlara neden olmaktadır. ANC kulaklık özelliği açıldığında kullanıcı kulaklarında sanki bir uçağın inişe geçmesi gibi bir basınç hissine neden olmaktadır. Gerçekte ANC özelliliği kulak kanalındaki hava basıncını fiziksel olarak değiştirmez. Ancak, düşük frekanslı arka plan gürültüsü aniden yok edildiğinde, beyin bu sessizliği orta kulaktaki basınç dengesizliği olarak yorumlar. Bu tamamen nörolojik ve psikoakustik bir yanılsamadır. Ayrıca iç kulaktaki vestibüler sistem (denge mekanizması), ses dalgalarıyla sürekli etkileşim halindedir. Arka plan seslerinin yapay olarak filtrelenmesi, bazı hassas bireylerde hafif baş dönmesi veya oryantasyon bozukluğuna yol açabilir. Buna karşın ANC sisteminin işitme sağlığı üzerine olumlu etkileride bulunmaktadır. Gürültülü ortamlarda (metro, uçak) insanlar genellikle müziği duyabilmek için ses seviyesini 85-90 dB gibi zararlı seviyelere çıkarırlar. ANC, dış gürültüyü elediği için kullanıcının müziği 60-70 dB gibi güvenli seviyelerde duymasına olanak tanır. Bu durum, uzun vadede gürültüye bağlı işitme kaybını (NIHL) önlemede kritik bir rol oynar. Ayrıca iç kulaktaki tüy hücreleri (cilia), yüksek ses enerjisine maruz kaldığında hasar görür. ANC kullanımı, maruz kalınan toplam ses enerjisini düşürerek bu hücrelerin ömrünü uzatır.

ANC sistemi sürekli olarak bir "anti-ses" dalgası üretir ve kulak zarımız bu anti ses dalgasına sürekili maruz kalmakta. Orta kulakta bulunan ve aşırı sesleri yok etmeye yarayan stapedius kası, ANC'nin ürettiği karmaşık dalga formları nedeniyle sürekli bir tetikte olma durumuna geçebilir. Uzun süreli kullanımda bu durum, "akustik yorgunluk" olarak tanımlanan, kulakta dolgunluk hissi ve geçici hasasiyet yaratabilir. Beyin, doğal olmayan bir sessizliği ve anti-ses dalgalarını işlemek için ekstra efor sarf eder. Bazı kullanıcıların ANC sonrası yaşadığı baş ağrısının temelinde, işlemcinin ürettiği mikroskobik sinyal hatalarının beyin tarafından filtrelenmeye çalışılması yatar.

Diğer yandan ANC'nin yarattığı en büyük risk "akustik izolasyon"dur. Korna sesi, acil durum sirenleri veya yaklaşan bir aracın sesi gibi hayati önem taşıyan yüksek frekanslı seslerin bir kısmı ANC ve pasif yalıtım ile engellenir. Bu durum, özellikle şehir içi yaya trafiğinde kazalara davetiye çıkarabilir.

Bu nedenlerden dolayı ANC kullanıcılarına kullanım önerileri; 

  1. Mola Verin: Her 1 saatlik ANC kullanımından sonra kulaklarınızı 10-15 dakika "doğal sessizliğe" bırakın. Bu, stapedius kasının ve vestibüler sistemin dinlenmesini sağlar.

  2. Basınç Ayarı: Eğer basınç hissi sizi çok rahatsız ediyorsa, hibrit yerine "ayarlanabilir ANC" (Transparency mode) seviyelerini tercih ederek dış dünya ile bağlantıyı tamamen koparmayın.

  3. Dış kulak kanal temizliği ve bakımı: ANC'li kulak içi kulaklıklar kulak kanalını daha sıkı kapattığı için bahsettiğimiz hijyen kurallarına iki kat dikkat edilmelidir.


Kalıtsal hemokromatoziste deri bulguları

Kalıtsal hemokromatozis, aşırı demir emilimine yol açan ve başta cilt, tırnaklar ve mukozalar olmak üzere birden fazla organı etkileyen genetik bir hastalıktır. Kalıtsal hemokromatoziste hiperpigmentasyon, vücut kıllarında artış (hipertrikoz) ve dirençli kaşıntı (pruritus) gibi deri belirtilerinin ortaya çıkışı, cilt kanserleriyle ilişkili durumlar ve porfiri kutanea tardanın birlikte sık görülmesi dermatolojik açıdan önemlidir. Kalıtsal hemokromatozisin genetik yapısı göz önüne alındığında, hastalığın erken tanısı önleyici müdahaleleri önemli ölçüde sağladığı gibi, ailesinin genetik taramasının yapılmasını da sağlamaktadır. Hastalığın dermatolojik bulgularının özellikle güneşe maruz kalan bölgelerde ortaya çıkıyor olması nedeniyle, güneş ve ışık duyarlılıklarında ayırıcı tanıda kalıtsal hemokromatozise öncelik verilmelidir.

Kalıtsal hemokromatozis Avrupa kökenli her 200 kişiden yaklaşık 1'ini etkileyen otozomal resesif genetik geçiş gösteren bir hastalıktır.

Kalıtsal hemokromatozis sıklıkla 40-60 yaşları arasında teşhis edilir ve kadınlarda adet döngüleri ve gebelik sırasında fizyolojik demir kaybı nedeniyle daha geç ortaya çıkar. Bu nedenle hafif derecede bozulmuş karaciğer fonksiyon testleri ve spesifik dermatolojik belirtileri olan yaşlı hastalarda kalıtsal hemokromatozis düşünülmelidir.

Çalışmamızın ortalama yaşı da buna paralel olarak 55,88 yıldı. Ancak Hamilton ve arkadaşları ile Wolf ve arkadaşları tarafından bildirildiği gibi, hafif derecede bozulmuş karaciğer fonksiyon testleri ve dermatolojik belirtileri olan yaşlı hastalarda HH düşünülmelidir.

Vücutta demir metabolizmasını düzenleyen genlerdeki mutasyonlardan kaynaklanmaktadır. Bu mutasyonlara bağlı olarak çeşitli organlarda demir emilimi ve birikimi görülmektedir. Hastalığın en yaygın yaygın formu, HFE genindeki mutasyonlardan kaynaklanır, ancak HJV ve TFR2 gibi diğer genlerin de rol oynadığı ileri sürülmüştür. Kalıtsal hemokromatozis hakkında bilgilerimizin ilerlemelere rağmen, hastalık hakkındaki hala boşluklar bulunmaktadır. Örneğin, vücutta demir birikiminin hiperpigmentasyona ve diğer cilt değişikliklerine yol açma mekanizması tam olarak anlaşılmamıştır. Çünkü hastalıkta hiperpigmentasyonda demir birikiminden ziyade melanin artışı saptanmıştır. 

Karaciğer, kalp, pankreas ve ciltte artan demir birikimi birden fazla belirtiye yol açar. Kalıtsal hemokromatozis hastalarında en sık bildirilen eşlik eden hastalıklar şunlardır:

  • Diyabetes mellitus 

  • Gonadal yetmezlik 

  • Kalp hastalığı 

  • Osteoartrit dahil kemik ve eklem bozuklukları 

  • Hipotiroidizm 

  • PCT (Porfiri Kutanea Tarda) (%9): PCT ve Kalıtsal hemokromatozis arasındaki hem epidemiyolojik hem de patofizyolojik olarak sağlam bir ilişki bulmuştur. Klinik bir ortamda, PCT altta yatan hemokromatozis için erken bir bekçi görevi görebilir. Önemli bir çalışma, PCT ve hemokromatozis birlikte tanısı konulan hastaların büyük bir kısmında başlangıçta PCT ile ilişkili semptomlar gösterdiği ve bunun daha sonra gizli hemokromatozisi ortaya çıkardığını göstermiştir. Bu nedenle PCT hastalarında Kalıtsal hemokromatozis taraması yapılmalıdır.  

En sık bildirilen ilişkili belirti ve semptomlar sırasıyla:

  • Hepatomegali (karaciğerde büyüme)

  • Kilo kaybı veya kaşeksi 

  • İştahsızlık 

  • Karın ağrısı 

  • Halsizlik veya yorgunluk 

Hastalığın dermatolojik belirtileri yaygındır ve hastalığın ilk belirtilerinden biri olabilmesi nedeni ile önemldiir. Cilt bulguları arasında vücudun güneş be ışığa daha fazla maruz kalan bölgelerinde; özellikle yüz, boyun ve ellerde pigment artışı(hiperpigmentasyon), bronz benzeri renk değişikliği, kıllarında artış (hipertrikoz), cilt kuruluğu(kseroz) ve kaşıntı bulunur.

  • Kalıtsal hemokromatozis hastalarında baskın dermatolojik bulgu hiperpigmentasyon ve yara izlerinin hiperpigmente olmasıdır. Hiperpigmente lekeler gri ve bronzlaşmış cilt gibi özelliklerle karakterizedir. Bu bulgular ağırlıklı olarak vücudun ışığa maruz kalan bölgelerinde ortaya çıkmaktadır. Ağız mukozasında özellikle yanak mukozasında hiperpigmentasyon olabilmektedir. 
  • Yüzde hipertrikoz (aşırı kıllanma) gözlendiğinde sıklıkla PCT (Porfiri Kutanea Tarda) ile birlikteliği gözlenmekte. 
  • Kalıtsal hemokromatozis PCT (Porfiri Kutanea Tarda) ile birlikte olduğunda sıklıkla hasas ve kırılgan bir cilt ve milia lezyonları ile birliktedir. Bu durumlar tipik olarak güneşe maruz kalan bölgelerde, özellikle ellerin sırt tarafında gözlemlenmektedir. Ayrıca, özellikle ellerin sırtında veya bacakların ön yüzeylerinde olmak üzere deri atrofisi ve atrofik izlerde gözlenmektedir. 
  • Kalıtsal hemokromatoziste nonskatrisyel(yara izi bırakmayan) ve skatrisyel saç dökülmesi(Alopesi) görülmektedir. Nonskatrisyel alopesiler alopesi areata ve alopesi universalis gibi farklı klinik şiddetlerde ortaya çıkmaktadır. 
  • Kalıtsal hemokromatoziste diğer bir deri bulgusu genel yaygın kaşıntıdır(pruritus)Kaşıntı, demir eksikliğinde daha sık bildirilmektedir. Ancak, kalıtsal hemokromatozisde kaşıntıyı içeren mekanizmalarla ilgili iki hipotez vardır. Birincisi cildin demir birikimlerinin C sınıfı lifleri doğrudan uyarması. İkincisi ise demir birikimlerini uyararak doku mast hücrelerinden lokal histamin salınımıBazı vakalarda antihistaminik tedavinin etkisiz olması nedeniyle, ilk hipotez daha olasıdır. Ayrıca, kaşıntı hipotiroidizm veya kolestaz gibi kalıtsal hemokromatozis komplikasyonlarıyla ilişkili olabilir. Kaşıntı şikayetleri bağlamında demir eksikliğini veya HH'yi gözden kaçırmamak için, hastanın demir profilinin taranması da dahil olmak üzere kapsamlı bir araştırma uygulanmalıdır.
  • Kalıtsal hemokromatozis hastalarında daha az yaygın görülen diğer dermatolojik bulgular arasında şunlar yer almaktadır:
    • Başparmak, işaret parmağı ve orta parmakta koilonişi (kaşık tırnak).
    • Ön kol, bilek, ayak ve pretibial yüzeyde iktiyoz benzeri durum (balık pulu görünümü).
    • Güneş alan bölgelerde hafif eritemli kenarları olan sklerotik, bazen morumsu lezyonlar.
    • Ellerin üzerinde iyileşmenin çeşitli aşamalarında eritemli papülonodüler lezyonlar.
    • Bacaklarda ilerleyici pigmentli purpurik lezyonlar.
    • Boyun ve sırtta bulunan pigmentli keratinöz kistler (pigmentli epidermal kistler).

Bu klasik deri bulguları dışında cilt kanserinin daha sık olabileceği düşündürmektedir. Birçok çalışma cilt kanserleri, özellikle melanom ve bazal hücreli karsinom (BCC) ile kalıtsal hemokromatozis arasında olası bir ilişkiyi göstermektedir.   

Kalıtsal hemokromatoziste genellikle klinik özellikleri ile ön tanı konularak serum ferritin düzeyleri, transferin satürasyonu ve genetik testler gibi laboratuvar testleri ile kesin tanı konulmaktadır. 

Kalıtsal hemokromatoziste tedavi önerileri arasında vücut demir yükünün azaltmak için flebotomi(kan verilmesi) uygulanmaktadır. Flebotominin yapılamaycağı veya etkisiz olduğu durumlarda ise demir şelasyon tedavisi yapılmaktadır. Ayrıca Hastalığın kalıtsal yapısı nedeniyle genetik danışmanlık ve aile üyelerinin taranması son derece önemlidir. Flebotomi/veneseksiyon uygulanan hastaların cilt belirtilerinde klinik olarak ölçülebilir bir azalma sağlanmaktadır. Bununla birlikte, tırnak belirtilerinin flebotomiden sonra değişmeyebileceği bildirilmiştir. Kalıtsal hemokromatozis ve eş zamanlı PCT (Porfiri Kutanea Tarda) birlikteliğinde flebotomi ile veya flebotomisiz düşük doz hidroksiklorokin tedevileri uygulanabilir. Alopesi gösterenlerde immünoterapi , kortikosteroid kullanımı flebotomi ile birleştirilmektedir. 


Hidroadenitis Suppurativa İle Yaşama Rehberi

Hidradenitis suppurativa (HS) hastalığının kronik seyri ile yaşam kalitesini, akademik ve eğitim başarısını, iş ve sosyal ilişkileri, ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir. Hastalığın olumsuz etkileri hastanın yaşamı boyunca birikerek ve birleşerek ciddi kalıcı sonuçlara yol açabilmektedir. Hastalığın başlangıç ​​yaşı, şiddeti ve eşlik eden diğer hastalıklar(komorbiditeler) kalıcı sonuçlarıetkilemektedir. Kronik diğer hastalıklarda olduğu gibi Hidradenitis Suppurativa'da da sosyal ilişkiler, kariyer, eğitim ve aile kurma gibi önemli yaşam kararlarında ve fırsatları değerlendirmede yaşam boyu olumsuz ortak etki alanlarına neden olmaktadır. Olumsuz ortak etki alanları ve bozulmalardan korunmak için HS hastasının hastalığın yaşam boyu kronik seyri hakkında, hastalığın seyrini etkileyebilecek faktörlerin varlığı, erken tanı, tedavi ve kontrollerin önemi ve olumsuz kalıcı sonuçları hakkında detaylı olarak bilgilendirilmesi ve düzenli destekler alması gerekmektedir. 

Hidradenitis suppurativa (HS), toplumda görülme sıklığı %0,4 olan, kronik klinik seyirli, günlük aktiviteyi ve sosyal ilişkileri ciddi düzeyde düşüren inflamatuar bir cilt rahatsızlığıdır. Genellikle genç yetişkinleri etkiler ve kadınlarda erkeklerden yaklaşık iki kat daha sık görülür(daha detaylı bilgi için...). Hidradenitis suppurativa hastalığı klinik alevlenme dönemlerinde günlük aktivitelerini ve sosyal ilişkilerini kısıtlarken, aynı zamanda kalıcı sonuçlara yol açabilen günlük fiziksel kısıtlamalara ve sosyal damgalanmaya neden olabilmektedir. Mesleki başarısızlıklarEğitim ve akademik engellerSosyal ilişki kurmada kaçınmaKarşı cinsiyetle ilişkilerden uzak durma ile aile kuramamaCinsel problemlerStres ve psikolojik problemler ve Yaşam kalitesinde ciddi problemler olumsuzluklar arasında sayılabilr. Bu olumsuzluklar maalesef hastanın yaşam şeklini ve yaşamını değiştiren kararların alınmasını olumsuz etkilemektedir.

Hidradenitis suppurativa (HS) hastalarında ortaya çıkabilecek bu olumsuzluklar için yapılan klinik çalışma sonuçlarına göre:

  • İş Hayatı ve Sosyoekonomik Etkiler:
    • Hidradenitis suppurativa (HS) hastaları, sağlıklı bireylerle kıyaslandığında yüksek oranda işe gidememe, iş verimliliğinde azalma, daha düşük maaşlar ve daha az terfi almaktadır.
    • HS hastalarının işsizlik oranları, genel nüfusa göre sürekli olarak daha yüksektir
    • Hidradenitis suppurativa (HS) hastalarının inguinal/gluteal tutulumları (kasık/kalça bölgesi), aktif alevlenme dönemlerindeki klinik şiddeti, hastalık kaynaklı ağrı, fibromiyalji varlığı ve daha yüksek depresyon ve anksiyete düzeyleri, iş hayatını olumsuz etkileyen önemli etkenlerdir.
    • Hastalığın tanısındaki gecikme ve tedavisiz dönemler, iş üretkenliğindeki düşmeler ile ilişkilendirilmiştir.
    • HS'li hastaların genel nüfusa kıyasla daha düşük bir gelir artışına ve daha düşük yıllık gelire sahip olduğu bulunmuştur.
    • HS'li hastaların yıllık sağlık giderleri kıyaslandığında yıllık bazda nerede ise iki kat daha fazladır. 
  • Eğitim Üzerindeki Etkiler: 
    • Hastalığın başlangıç yaşı genellikle eğitimin en yoğun olduğu yıllarda ortaya çıkmaktadır.
    • Hastalığın eğitimi doğrudan etkilemediği, ancak akademik eğitim yılları boyunca biriken sağlık sorunlarının hastaların akademik fırsatlarını kısıtlayabileceği sonucuna varılmıştır.
  •  İlişkiler ve Sosyal Hayat Üzerindeki Etkiler: 
    • HS'nin neden olduğu ağrı, akıntı, kötü koku ve lezyonların (özellikle kasık, anogenital ve koltuk altı gibi bölgelerdeki) varlığı hastaların sosyal damgalanma yaşamasına yol açar. Bu durum, hastaların sosyal ilişkilerden kaçınmasına, özgüvenlerinin düşmesine ve özellikle karşı cinsiyetle olan ilişkilerden uzak durmasına neden olabilir.
    • Lezyonlar ve ağrı nedeniyle oluşan utanç ve özgüven eksikliği, ikili ilişkilerin ve aile kurma kararlarının olumsuz etkilenmesinde önemli bir faktördür.
    • Hastaların evlilik kararlarını erteleme veya aile kurma arzularını gerçekleştirmede zorluk yaşama olasılığı yüksektir. 
  • Cinsel Sağlık Üzerindeki Etkiler ve Cinsel İşlev Bozukluğu: 
    • HS'li hastalar, HS olmayan nüfusa göre cinsel partnerlerinden reddedilme veya tepki görme korkusunu daha fazla yaşarlar. Reddedilme korkusunun yaygın nedenleri arasında, güvensizlik ve fiziksel görünümle ilgili endişeler ve HS klinik alanlarında yara izleri yer almakta. İstikrarlı bir ilişkiye sahip HS'li hastaların ilişkilerini olumsuz etkilediğini ve ağrının cinsel ilişkilerine müdahale ettiğini belirttiler. 
    • HS, en sık kasık, genital ve perianal bölgeleri tuttuğu için, hastalarda cinsel işlev bozukluğu (seksüel disfonksiyon) oldukça yaygındır. Yapılan çalışmalar, HS hastalarının, sağlıklı bireylere kıyasla daha düşük cinsel yaşam kalitesine sahip olduğunu ve cinsel işlev bozukluğunun hem erkek hem de kadın hastalarda daha sık görüldüğünü göstermektedir. 
    • Ağrı nedeniyle cinsel ilişkiye girememe veya zamanla gelişen cinsel isteksizlik, çift ilişkilerinde olumsuz durumlara yol açarak hem kişinin özgüvenini hem de ilişkiyi etkileyebilir.
    • Erkek hastalarda, özellikle gluteal-genital lezyonların varlığında, sperm parametrelerinde bozulma ve erektil disfonksiyon (sertleşme bozukluğu) yaygın olarak rapor edilmiştir. Bu durum, genç erkeklerde spermatogenezin (sperm üretimi) ve cinsel işlevin bozulabileceğini düşündürmektedir. 
  • Doğurganlık (Fertilite): HS'nin doğurganlık üzerindeki etkisi halen araştırılmakta olup, bazı çalışmalar çelişkili sonuçlar ortaya koymaktadır. 
    • Kadınlarda: Bazı çalışmalar, HS'nin özellikle 36-45 yaş grubundaki kadınlarda kısırlık (infertilite) riskinde bir artışla ilişkili olduğunu göstermektedir. Bu ilişki, HS ile sıkça ilişkilendirilen Polikistik Over Sendromu (PCOS) gibi hormonal faktörlere veya kronik iltihaplanmaya bağlı olabilir.
      • Gebelik düşünen kadın hastalar, HS tedavisinde kullanılan bazı ilaçların (sistemik antibiyotikler, biyolojik ajanlar) doğurganlık üzerindeki potansiyel etkileri veya gebelik komplikasyonları konusunda endişe duymaktadırlar. 
      • Çalışmalar, HS'li hamile kadınlarda düşük, erken doğum ve gebelik sırasında diyabet ve yüksek tansiyon gibi sağlık komplikasyonları riskinin daha yüksek olabileceğini göstermektedir.
    • Erkeklerde: HS'nin gluteal-genital lezyonları sperm parametrelerinin düşmesi ilişkilendirilmiştir, bu durum yerel iltihaplanma veya testislere uygulanan sürtünme/ısı gibi faktörlerle ilişkilendirilebilir. 
  • Ruh Sağlığı Üzerindeki Etkiler: HS'li hastalarda ruh sağlığını değerlendiren birçok çalışma bulunmakta. Bu çalışmaların temel bulguları:
    • HS'li hastaların daha yüksek depresyon ve anksiyete oranlarına sahip olduğunu göstermiştir. Bu hastalar ayrıca genel popülasyona kıyasla daha fazla yalnızlık, sosyal izolasyon ve daha düşük öz saygı bildirmişlerdir. Yaygın Anksiyete Bozukluğu ile HS süresi arasında önemli bir korelasyon gözlemlemiştir.
    • HS'li hastalarda depresyon ve anksiyeteye ek olarak bipolar bozukluklar, şizofreni, kişilik bozuklukları, intihar davranışı ve maddeyle ilişkili bozukluklar dahil olmak üzere diğer ruhsal bozukluklar arasında önemli bir ilişki bulmuştur.
  • Yaşam Kalitesi Üzerindeki Etkiler: HS'nin hastaların yaşam kalitesi üzerinde muazzam bir etkisi vardır.
    • Ağrı, kaşıntı, kötü koku ve HS şiddetinin daha yüksek değerleri, yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. 

Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığının kronik seyri ile yukarıda tanımlanan olumsuzluklara karşı yaşam boyu sürdürülebilir bir strateji geliştirilmelidir.

Yaşam Boyu Sürdürülebilir Strateji

Erken tanı ve erken tedavi

Tanı sonrasında sürdürülebilir, etkili ve uzun vadeli tedavi/tedavilerin başlanması, hastaların yaşam kalitesi üzerinde son derece önemlidir.

Medikal Tedaviler: Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığının standart tıbbi müdahaleleri genellikle antibiyotikler, hormonal tedaviler ve biyolojik ilaçlardan oluşmaktadır. Özellikle son yıllarda kullanılmaya başlanan biyolojik ajanlar, orta ila şiddetli kliniği olan hastalarda; yaşam kalitesini, iş ve akademik verimliliği günlük aktivitede artışlar sağlayarak önemli ölçüde destekler sağlamaktadır. Biyolojik ajanların klinik üzerindeki bu olumlu bulguları, hastalık ile ilişkili psikolojik rahatsızlıkları iyileştirmeye yardımcı olacaktır

Cerrahi Müdahaleler: Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığının tekrarlayan ataklarında ortaya çıkan iltihaplı nodül ve fistüllerin tedavisinde sıklıkla cerrahi müdahaleye başvurulur. Lezyonların yerleşim alanlarındaki derinin cerrahi olarak çıkarılması (eksizyon), hastanın yaşam kalitesi ve ağrılarında önemli iyileşme sağlamaktadır.

Hastanın bilgilendirilmesi

Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığında hastanın bilgilendirilmesi, hastalığın kronik ve yaşam boyu süren olumsuz etkilerini yönetmek ve en aza indirmek için hayati öneme sahiptir. Hastanın, hastalığın kronik bir hastalık olduğunu ve yaşam kalitesini, kariyeri, eğitimi, ilişkileri ve ruh sağlığını olumsuz etkileyebileceğini bilmesi gerekir. Bu, hastalığı yönetmek için yaşam boyu sürdürülebilir bir strateji geliştirmesinin ilk adımıdır. Hastanın, hastalığın alevlenme dönemlerinde ortaya çıkabilen günlük fiziksel kısıtlamalar, yara izleri ve sosyal damgalanma gibi kalıcı sonuçlar hakkında bilinçlenmesi, proaktif tedaviye yönelmesini sağlar. Hastanın etkili ve uzun vadeli tedavilerin (medikal ve cerrahi) önemi hakkında bilgilendirilmesi, tedaviye uyumu artırır ve böylece yaşam kalitesinde iyileşme sağlar. Tedavi seçeneklerinin (antibiyotikler, biyolojik ajanlar, cerrahi) faydaları ve potansiyel riskleri hakkında bilgi sahibi olması, hastanın tedavi sürecine aktif katılımını ve tedavi kararlarına ortak olmasını sağlar. Sonuç olarak, hastanın bilgilendirilmesi, pasif bir hasta olmaktan çıkıp kendi hastalığının aktif bir yöneticisi haline gelmesini, tedaviye uyumunu artırmasını ve kronik hastalığın getirdiği zorluklara karşı fiziksel ve ruhsal dayanıklılığını güçlendirmesini sağlamaktadır.

Hastanın yaşam şekli ile alışkanlıkları ve diyetinin düzenlenmesi

Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığının yönetiminde, tıbbi tedavilere ek olarak alışkanlıklar, diyet ve yaşam şeklinde yapılacak düzenlemeler semptomların hafifletilmesinde ve alevlenmelerin azaltılmasında kritik öneme sahiptir. Bu düzenlemeler, hastalığın neden olduğu kronik iltihabı azaltmayı ve genel sağlığı iyileştirmeyi amaçlar.

Alışkanlıklar ve Yaşam Şeklinde Yapılacak Düzenlemeler: 

  • Tütün ürünlerinin (sigara vb.) kullanımını tamamen bırakmak. Hidradenitis Suppurativa için önemli bir risk faktörüdür. Hastalığın şiddetini ve vücutta etkilenen bölge sayısını artırır. Bırakma, alevlenmeleri azaltmaya yardımcı olabilir.
  • Fazla kilo veya obezite varsa sağlıklı ve sürdürülebilir bir diyet ve egzersizle kilo vermek.Obezite, HS'nin şiddetini artırır. Kilo kaybı, özellikle obez hastalarda, semptomlarda iyileşme sağlayabilir.
  • Dar giysilerden, sürtünmeye neden olan kumaşlardan kaçınmak. Hava alan, pamuklu ve bol giysileri tercih etmek. Lezyonların bulunduğu bölgelerde mekanik stresi ve tahrişi azaltarak yeni lezyon oluşumunu ve alevlenmeleri önler.
  • Etkilenen bölgeleri temiz ve kuru tutmak. Parfümsüz, hafif antibakteriyel sabun veya duş jelleri kullanmak. Bölgeyi sert ovalamaktan kaçınmak. Hiyjenik ve cilt bakımına dönük bu öneriler bakteri üremesini azaltmaya ve enfeksiyon riskini önlemeye yardımcı olur.
  • Yüksek stres seviyelerinden kaçınmak; meditasyon, yoga, derin nefes egzersizleri veya danışmanlık gibi stres azaltma tekniklerini rutinleştirmek.Stres, alevlenmeleri tetikleyebilir. Stresi yönetmek, bağışıklık sistemini destekler ve iltihabı azaltır.
  • Kıl köklerinin tahrişini ve tıkanmasını önleyerek alevlenmeleri tetiklemeyi azaltır. Lezyonların olduğu bölgelerde (özellikle aksilla ve kasık) tıraş olmaktan kaçınmak.

Diyet ve Beslenme Düzenlemeleri: HS hastaları için spesifik, herkes için geçerli tek bir diyet olmamakla birlikte, iltihabı azaltmayı hedefleyen ve bazı tetikleyici gıdalardan kaçınmayı içeren beslenme yaklaşımları önerilmektedir. Diyet ve yaşam tarzı değişiklikleri kişiye özeldir ve HS tedavisinde tıbbi tedavileri tamamlayıcı rol oynar. Herhangi bir büyük diyet değişikliği yapmadan önce, hastaların bir dermatolog ve beslenme uzmanı/diyetisyen rehberliğinde hareket etmeleri şiddetle önerilir.

  • Kaçınılması Gereken Potansiyel Tetikleyici Gıdalar:
    • Yüksek Glisemik İndeksli Gıdalar: Kan şekerini hızla yükselten rafine şekerler, beyaz unlu mamuller (beyaz ekmek, makarna, kekler), tatlılar ve şekerli içecekler. (Bunlar insülin direncini ve iltihabı artırabilir.)
    • Süt ve Süt Ürünleri: Bazı araştırmalar, inek sütü ve süt ürünlerinin (peynir, yoğurt) içerdiği hormonlar nedeniyle iltihabı tetikleyebileceğini ve HS semptomlarını kötüleştirebileceğini göstermektedir. Bitkisel bazlı süt alternatifleri (badem, yulaf vb.) denenebilir.
    • Maya İçeren Gıdalar: Bira mayası (Brewer's yeast), bazı soslar, bazı işlenmiş ekmekler ve fermente yiyecekler. Bazı hastalar mayaya karşı antikor geliştirebilir.
    • İşlenmiş ve Yağlı Yiyecekler: Fast food ürünleri, cipsler, işlenmiş etler (salam, sosis vb.), yüksek miktarda doymuş ve trans yağ içeren kızartmalar.
  • Tercih Edilmesi Gereken Gıdalar (Anti-enflamatuar Diyet):
    • Akdeniz Diyeti: Taze meyve ve sebzeler, tam tahıllar, sağlıklı yağlar (özellikle zeytinyağı), baklagiller, balık ve tavuk gibi anti-enflamatuar gıdalara odaklanmak.
    • Omega-3 Yağ Asitleri: Somon, ceviz, keten tohumu ve chia tohumu gibi omega-3 açısından zengin gıdalar tüketmek (iltihabı azaltmaya yardımcı olur).
    • Lifli ve Besin Açısından Zengin Gıdalar: Kan şekerini dengelemeye yardımcı olan lifli meyve, sebze, kuruyemiş ve tam tahılları artırmak.
    • Antioksidanlar ve Baharatlar: Zerdeçal, zencefil gibi güçlü anti-inflamatuar özelliklere sahip baharatları beslenmeye eklemek. 

Hastanın fiziksel ve ruhsal dayanıklılığının arttırılması

Hastalığın yaşam kalitesi üzerindeki olumsuz etkisini azaltmak için hastaların terapi ve eğitim programları aracılığıyla hastalığın tüm yüküne karşı dayanıklılığı (yılmazlığı) öğrenmeleri sağlanabilir. Bu nedenle, yaşam kalitesini iyileştirmeye yardımcı olmak amacıyla, tıbbi tedaviye ek olarak terapi ve eğitim programları desteklenmelidir. Dayanıklılığın arttırılması, hastanın hastalık ile başa çıkmasını sağlarken, günlük aktivitedeki geri çekilmeler azalacağı için psikolojik olumsuz yük de azalmış olacaktır.

Sosyal destek

Hidradenitis Suppurativa (HS) hastalığında evli hastaların yaşam kalitelerinin, boşanmış, ayrılmış veya dul ya da sosyal izolasyon yaşayan kişilere göre daha yüksek olduğu gözlenmiştir. Bu durum, daha yüksek sosyal desteğin önemini göstermiştir. Bu nedenle; hastaların aileleri, arkadaşları ve eşlerine hastalık hakkında detaylı bilgilendirme yapılırken, sosyal desteğin önemi özellikle vurgulanmalıdır. Ayrıca hastanın sosyal destek gruplarına katılması oldukça önemlidir. Hastanın, lezyonlar, ağrı ve yara izleri nedeniyle yaşadığı reddedilme korkusunun yaygın bir durum olduğunu bilmesi, güvensizlik hislerini normalize etmesine ve ilişkilerini yönetme konusunda destek aramasına yardımcı olur.

Psikolojik destek

Hidradenitis Suppurativa  sadece fiziksel değil, aynı zamanda ciddi psikolojik ve sosyal yüke neden olan kronik bir hastalıktır. Hastalığın ağrı, akıntı, kötü koku, yara izleri ve tekrarlayıcı doğası; depresyon, anksiyete, düşük öz saygı ve sosyal izolasyon gibi yaygın psikiyatrik komorbiditelere yol açar. Bu nedenle, HS tedavisinde psikolojik destek hayati önem taşır ve tedavinin ayrılmaz bir parçası olmalıdır. Bu amaçla hastalar; 

  • Psikoterapi (Özellikle Bilişsel Davranışçı Terapi - BDT): Hastanın olumsuz düşünce kalıplarını (örn. reddedilme korkusu, düşük öz saygı) değiştirmesine, stresle başa çıkma mekanizmaları geliştirmesine ve kronik ağrıyı yönetmesine yardımcı olur.

  • Psikiyatrik Tedavi: Şiddetli depresyon, anksiyete veya diğer psikiyatrik bozukluklar için uygun ilaç tedavisi ve takibi.

  • Cinsel Terapi: Cinsel işlev bozukluğu veya yakın ilişkilerde yaşanan zorluklar konusunda destek sağlar.

  • Stresin alevlenmeleri tetikleyebileceği bilinciyle, hastalara meditasyon, mindfulness, yoga ve düzenli hafif egzersiz gibi stres azaltma teknikleri konusunda rehberlik edilmelidir.

 


Alopesi Areata Tedavi Topikal Duyarlandırıcılar

Saç kıran hastalığı (alopesi areata)'nda hastalığın klinik seyrini ve prognozunu tahmin etmek zordur. Klinik olarak, yaygın veya şiddetli alopesi areata tedavisi büyük bir zorluk içermektedir. Tedavide kullanımı önerilen birkaç ilacın tedavi sonuçları oldukça değişkendir.

Topikal duyarlandırıcılar olarak tanımlanan topikal immünoterapi tedavilerinin hastalıkta yüksek etkinlikleri gösterilmiştir. Bu amaçla dinitroklorobenzen, skuarik asit dibutilester ve difenilsiklopropenon etkili olduğu gösterilmiş kimyasal duyarlandırıcılardır. Yaygın olarak kullanılmalarına rağmen etki mekanizmaları ve klinik kullanım standartları üzerine araştırmalar devam etmektedir.

Alopesi areata, %0,1-0,2'lik bir görülme oranına sahip, saçlı deri başta olmak üzere vücudun herhangi bir bölgesinde bir veya birden fazla saç/kıl dökülmesi şeklinde plaklar ile kendini gösteren, seyrekleşme ya da tam saç/kıl kaybı ile karakterizedir. Dökülmenin olduğu yerde cilt normal olduğu için skarizyal olmayan alopesi sınıfında tanımlanmaktadır. Saç kıran hastalığı, genetik yatkınlık ile birlikte saç köklerine özgü bir otoimmün hastalık olarak kabul edilmiştir.

Hastalığın doğası gereği tedavisiz iyileşebileceği gibi, %25 oranında tüm tedavilere direnç göstermektedir. Hastalığın tekrarlama oranı %13,5-33 kadar yüksektir. Alopesi areata için onaylanmış radikal bir tedavi olmamakla birlikte, hastalar üzerinde neden olduğu yüksek psikososyal olumsuzluklar nedeniyle uygun tedaviler mutlaka kullanılmalıdır. Günümüze kadar değişken ve öngörülemez yanıtları ile çeşitli tedavi yöntemleri incelenmiştir. Bazıları yüksek öneri destekleri bulurken, bazılarının kullanımı koşullara bağlanmıştır. Günümüzde, topikal immünoterapi, alopesi areatada uzun vadeli tedavi açısından en iyi etkinliği ve güvenliği sunmaktadır.

Klinik bulguların, yani saç/kıl dökülmelerinin vücuttaki tutulum yüzde alanına göre SALT skor sistemi kullanılmaktadır.

Alopesi Areata'nın Patogenezi ve İmmünoloji

Alopesi areata, saç köklerine özgü bir otoimmün hastalık olarak kabul edilmiştir ve doğuştan gelen ile edinilmiş bağışıklıklar arasındaki karmaşık etkileşimi içerir. Normal koşullar altında, saç/kıl folikülleri otoantijenlerin tanınmadığı bir alan oluşturur. Bu nedenle "bağışıklık ayrıcalıklı alan" olarak tanımlanır.

Alopesi areata; mikrotravma, viral enfeksiyon, aşılar, psikolojik stres veya endokrin disfonksiyon gibi spesifik tetikleyicilerle kıl foliküllerinin ve otoreaktif lenfositlerin bağışıklık ayrıcalığının çökmesine ve bunun sonucunda bağışıklık düzensizliğinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Ayrıca, otoreaktif CD8+ T hücreleri tarafından tanınan MHC sınıf I'in ektopik salınımı, anagen evredeki kıl foliküllerini etkileyerek foliküler apoptoza (NK hücreleri üzerinden) ve kıl/saç kayıplarına yol açmaktadır. Hastalıktan etkilenen kıl folikülünün papillasında CD4+ ve CD8+ T hücrelerinin dağılımı artmaktadır. CD4+ T hücreleri çoğunlukla foliküllerin çevre alanında yerleşirken, CD8+ T hücreleri foliküllerin içerisine nüfuz ederek saç/kıl büyüme döngüsünü bozmaktadır.

Alopesi Areata Patofizyolojisi ve Topikal İmmünoterapi Mekanizmaları

Hastalığın Erken Dönemi ve İnflamasyon

Alopesi hastalığı, erken alevlenme döneminde bağışıklık ayrıcalığının çökmesi ile kıl folikül kökleri (bulb alanı) inflamatuar hücrelerin istilasına uğramasıyla (erken dönemde CD8+, CD4+ T lenfositler, mast hücreleri, NK hücreleri ve dendritik hücreler gibi) gerçekleşmektedir. Bu süreç, kıl folikülünü büyüme evresi olan anajen evresinin kısalmasına, erken dökülme evresi olan katojen evresine girmesine, distrofiye ve sonunda hücre ölümü olan apopitoza zorlamaktadır. Kıl folikül kök hücrelerinin bulunduğu bulge alanı korunduğu için kıllar sonrasında yeniden büyüyebilmektedir. Bu nedenle alopesi areata kalıcı olmayan saç dökülmelerine neden olmaktadır.

Sitokinlerin Rolü

Birkaç çalışma alopeside inflamatuvar sitokinlerin, özellikle Th1 aracılı sitokinlerin rolünü göstermiştir. Th1 aracılı yolun ayırt edici sitokini olan interferon-γ (IFN-γ), anahtar sitokin olarak kabul edilmektedir. Saç foliküllerine ilk inflamasyon hasarı sonrasında otoaktifleşen CD8+ hücreleri ve antijen sunan hücreler (APC'ler) tarafından büyük miktarda IFN-γ üretilmektedir. Bunun sonucu olarak, saç folikülünün papillasında MHC sınıf I ve II moleküllerinin daha fazla yapımı, CD8+ ve CD4+ T hücrelerinin aktivasyonuna neden olmaktadır.

Alopesi hastalarının kan serumlarında yapılan çalışmalarda IFN-γ, interlökin (IL)-2, IL-12 ve IL-18 değerleri yüksek olarak bulunmuştur. Ayrıca IFN-γ'nin serum düzeyleri hastalığın şiddetine bağlı olarak yükselme göstermektedir. IL-1β, IL-2 ve IL-6'nın saçlı deri yerleşimli alopesi areatada yükseldiği gösterilmiştir. Son çalışmalar, hastalığın baskılanmasında kritik rol oynadığı düşünülen IL-4 ve IL-10 gibi Th2 sitokinlerinin serum düzeylerinde de önemli artışlar olduğunu bildirmiştir. Hastalığın hafif bir formu olan yama tipi AA'lı hastalarda IL-4 serum düzeyinin diğer alt tiplere sahip olanlara göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. Th2 aracılı yolun dışında, düzenleyici T hücreleri ayrıca TGF-β ve IL-10 aracılığıyla abartılı Th1 ve Th2 ile ilişkili inflamasyonun baskılanmasından da sorumludur.

Topikal İmmünoterapi Mekanizmaları

Topikal immünoterapiler, 1970'lerden beri çeşitli immün aracılı cilt hastalıklarının tedavisinde kullanılmaktadır. Klinik olarak şiddetli ve dirençli alopesi hastalarında birinci basamak tedavi olarak ilk olarak antralin gibi duyarlandırıcıların kullanımını görmekteyiz. Günümüzde bu amaçla skuarik asit dibutilesteri (SADBE) ve difenilsiklopropenon (difensipron, DPCP) kullanılmaktadır. Bunlar ile yapılan immünoterapinin mekanizmaları hakkında çeşitli teoriler mevcuttur:

  1. Antijenik Rekabet ile İmmünomodülasyon: Hapten olan duyarlandırıcı kimyasallar, endojen proteinlere bağlanarak tam bir antijen oluştururlar. Antijen sunan hücreler (APC'ler) tarafından antijen tespit edilir ve dermatit klinik durumuna neden olan antijen spesifik T hücrelerini aktive eder. Gecikmeli tip aşırı duyarlılık yoluyla uygulanan bölgede alerjik kontakt dermatit gelişir. Alerjik reaksiyonun ortaya çıkmasıyla, geç fazda kıl foliküllerinin etrafında baskılayıcı T hücreleri üretilir (CD8+ ve CD1a+ T lenfositler). Bu hücreler, alopeside rol oynayan otonom CD4+ ve CD8+ T hücre popülasyonlarına karşı etki eder ve foliküllerde APC göçünü bozar. Tedavi alanında CD4+ T hücrelerinde azalma ve CD8+ T hücrelerinde artış olmaktadır (CD4+/CD8+ T hücrelerinin oranı 4:1'den 1:1'e düşer). Bu arada MHC sınıf I ve II salınımı da topikal immünoterapi alanında azalmıştır. Çalışmalar, topikal immünoterapinin sitotoksik T-lenfosit ilişkili protein 4, forkhead box P3 ve indolamin 2,3-dioksijenaz gibi immün düzenleyici moleküllerin salınımını uyarabileceğini göstermiştir. Böylece alopesi alanında lokal immün düzenleme, uygulama alanında saçların yeniden uzamasını destekleyebilir.

  2. Sitokin Değişikliğine İlişkin Başka Bir Mekanizma: Çalışmalar, IFN-γ, IL-1β ve IL-2 gibi Th1 sitokinlerinin tedavi edilmemiş alopesi areata hastalarında yükseldiğini göstermiştir. Ancak, topikal immünoterapi tedavisi sonrası IFN-γ ve IL-12 ile Th17 sitokinlerinin düzeyleri azalırken, düzenleyici sitokinler olan IL-2, IL-4, IL-8 ve IL-10 ile tümör nekroz faktörü (TNF)-α'da artışlar olmaktadır.

Özetlenecek olursa, topikal immünoterapinin iki olası mekanizması vardır: Birincisi, T hücrelerinin hedefini saç foliküllerinden epidermise çekerek antijenik rekabet. İkincisi, T-düzenleyici lenfositlerde artışa neden olan ve foliküler bağışıklık tepkisinin azalmasına yol açan sitokin değişikliği. Ancak, bu iki mekanizmanın rollerini belirlemek için daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır.

Topikal İmmünoterapi Tedavi Protokolü

Alopesi tedavisinde kullanılan skuarik asit dibutilesteri (SADBE) ve difenilsiklopropenon (difensipron, DPCP) duyarlaştırıcı ajanlar için standart bir protokol kullanılmaktadır. DPCP, daha ekonomik olması, kimyasal olarak stabil olması ve oda sıcaklığında saklanabilmesi nedeniyle daha fazla tercih edilmektedir.

Her iki duyarlaştırıcı da toz formundadır ve aseton ile solüsyonu hazırlanmaktadır. Solüsyonun stabilitesi için sıcaklıkta kehribar camda saklanması ve güneş ışığından uzak tutulması gerekir.

Duyarlaştırmanın sağlanması için protokol şöyledir:

  1. Solüsyonun %2'lik formu hazırlanır.

  2. Emici bir disk üzerine 3 damla damlatılarak hastanın saçlı derisindeki hastalıklı alana uygulanır.

  3. Uygulama yapılan alanın üzeri kapatılarak 48 saat boyunca güneş ışığından ve kafa derisinin yıkanmasından kaçınılması istenir.

  4. İki haftalık bekleme sonrası bu alanda duyarlılaşma gelişmektedir.

  1. İki hafta sonra, duyarlılaştırıcının en düşük konsantrasyonu olan formu, saç dökülme alanlarına haftada bir kez uygulanır.

Alopesi areata birçok alanda ise tek bir plakta ya da alopesi saçlı deride yaygın veya totalis ise yarısında uygulama yapılır. Diğer alanlara uygulama yapılmaz.

Uygulamalarda optimal egzama reaksiyonu (tolere edilebilir kaşıntı ve eritem) gelişene kadar haftalık olarak duyarlılaştırıcının konsantrasyonu artırılır (, , , , , ve 'ye kademeli olarak artırılmaktadır). Bu artış, optimal egzama reaksiyonu izlenerek dikkatlice ayarlanmalıdır.

Tedavi uygulanan bölgede haftalık uygulamalarda saç/kıl çıkışı belirginleştiğinde, en son konsantrasyon ile tüm hastalıklı alana uygulamaya başlanır.

Tedavi, haftalık uygulamalar ile üç ila altı ay arasında devam etmektedir (saçların yeniden çıkması beklenerek). Altı ay sonra klinik cevap yoksa tedavi kesilmelidir.

Yüksek serum IgE düzeylerine sahip hastalarda topikal immünoterapide daha şiddetli yan etkiler gelişebilmektedir.

Topikal İmmünoterapi Tedavisinde Yan Etkiler ve Modifiye Protokoller

Yan Etkiler

Bu tedavi protokollerinde yan etkileri arasında uygulama bölgesinde kızarıklık, şişme ve kaşıntı bulunur. Ancak bazı hastalarda su toplamaları, ciltte yanma ve döküntünün diğer bölgelere yayılması gibi daha şiddetli reaksiyonlar görülebilir. Diğer yan etkiler arasında egzamanın uygulama alanı çevresine yayılması, kalıcı kontakt dermatit ve şiddetli anjiyoödem bulunmaktadır. Postinflamatuar hipopigmentasyon ve depigmentasyon özellikle koyu cilt tonlarında gelişebilmektedir.

Modifiye Kullanım Protokolleri

Son yıllarda modifiye edilmiş kullanımlarını görmekteyiz:

  1. Doğrudan Başlama: Başlangıçtaki 'lik duyarlılaştırma periyodu uygulanmadan, 'lik konsantrasyonlar ile tüm alopesi lezyonlarında tedaviye başlanması. Uygulamalara yine haftalık ya da 2 haftada bir olacak şekilde devam edilmektedir. Uygulamalarda optimal egzama reaksiyonu (tolere edilebilir kaşıntı ve eritem) gelişene kadar haftalık olarak duyarlılaştırıcının konsantrasyonu artırılır (, , , , , ve 'ye kademeli olarak artırılmaktadır). Bu artış, optimal egzama reaksiyonu izlenerek dikkatlice ayarlanmalıdır.

  2. Uygulama Sıklığının Azaltılması: Topikal duyarlandırıcıların 1 hafta yerine üç haftalık aralıklarla kullanılması önerilmektedir. Bunun hasta uyumu ve klinik sonuçlar açısından daha iyi olduğu ifade edilmektedir.

 

 


Deri Altı Kanama - Purpura - Peteşi - Ekimoz

yol tarifi

dermatoloji randevu
dermatoloji doktor cevapliyor

Adres: Esentepe Mah. Cevizli D 100 Güney Yanyol Lapishan 25/2 Soğanlık, Kartal / İSTANBUL
GSM: 0532 624 21 27
Bu sitedeki bilgiler doktor ya da eczacıya danışmanın yerine geçmez. Sitedeki bilgi, yorum ve görüntüler kişileri bilgilendirme amaçlı olup, tanı ve tedaviye yönlendirme amaçlı değildir.



© 2020 Hakan Buzoğlu. All Rights Reserved.
ByFlash Web Agency