- Gösterim: 23962
Fibroepitelyal polip, akrokordon, molluscum pendulum veya deri polipleri olarak tanımlanan et benleri, cildin en yaygın iyi huylu tümörlerinden biridir. Akrokordonlar çoğunlukla boyun, koltuk altı, kasık, genital bölge ve göz kapağı gibi cildin katlantılı bölgelerinde görülür. Cilt renginde, küçük bir bağlantı noktasıyla deriye bağlı olabileceği gibi, farklı tonlarda da olabilir. Et benlerinin boyutları ve sayıları kişiden kişiye farklılık gösterebilir; zaman içinde sayıları artabilir ve büyüyebilirler. Bazen bir toplu iğne başından küçük olan akrokordonlar, zaman zaman daha büyük boyutlara ulaşabilir. Dermatolojik açıdan risk taşımayan et benleri, nevüs olarak tanımlanan normal benler ile siğillerle karıştırılabilir.
Akrokordonların nasıl ortaya çıktığı ve nedenleri hala belirsizliğini korumaktadır. Ancak akrokordon ile bazı ilişkileri üzerine çalışmalar yapılmıştır.
- Akrokordonların genellikle kilo fazlalığı ve obezite ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Metabolik sendrom veya bu sendrom ile birlikte olan abdominal obezite, yüksek açlık şekeri veya tip 2 diabetes mellitus, hipertansiyon, kanda yüksek trigliseritler ve düşük yüksek yoğunluklu lipoprotein ile ortaya çıkmaktadır. Yapılan çalışmalarda akrokordonlu hastalarda metabolik sendrom gelişme riski kontrollerden 10 kat daha yüksek olarak bulunmuştur. Benzer çalışmalarda metabolik sendromun varlığı ile akrokordon sayısı, rengi ve boyutu arasında bir ilişki gözlemlenmemiştir. Başka bir çalışmada akrokordon sayısı 3 veya daha fazla ve birçok farklı alanda gözlemleniyorsa diyabet mellitus için belirleyici olarak kullanılabileceği sonucuna varılmıştır. Çalışmanın sonucuna göre diyabetin erken tanısında, akrokordon olan kişilerde karbonhidrat metabolizmasının bozulmuş olduğundan şüphelenilmesi önerilmiştir. Bilinen insülin rezistansının dermatolojik göstergesi aslında akantosis nigrikans'tır. Ancak bir çalışmada, çok sayıda akrokordonun glukoz/insülin metabolizması bozukluğunda akantosis nigrikans'tan daha hassas olduğu tespit edilmiştir. Başka bir çalışmada meme altındaki akrokordonu olan kadın hastalarda karbonhidrat metabolizmasında anlamlı derecede bozulma bulunmuştur.
- Nadiren kalın bağırsakta polipler ve akromegali gibi farklı sistemik hastalıklarla da birliktelik gösterilmiştir.
- Benzer bir birliktelik psödoakantosis nigrikans ve seboreik keratoz için de bildirilmiştir.
- Ciltte kronik sürtünme ve basınç (akrokordonların koltuk altı ve kasık gibi sürtünmeye eğilimli bölgelerde daha fazla ortaya çıkması) akrokordonların gelişiminde neden olabileceği düşünülmüştür. Ancak bunun için çok net bir açıklama henüz yapılamamıştır. Cilt travma alanlarında mast hücreleri ve tümör nekroz faktörü-alfa (TNF-α) içeriklerinin arttığını biliyoruz. Akrokordonlarda kontrollerle karşılaştırıldığında, mast hücresi ve TNF-α seviyeleri artmış olarak bulunmuştur.
- İnsan papilloma virüsü (HPV) analiz edilen bazı akrokordon örneklerinde tespit edilmiştir. HPV'nin akrokordon gelişiminde bir yardımcı faktör olduğunu düşündürmektedir. Yüksek riskli tipler arasında HPV 16 ve 18 de dahil olmak üzere çeşitli genotipler tespit edilmiştir. Ancak, HPV'nin akrokordonlardaki nedensel rolü net değildir. Progesteron ve östrojenin hormonal etkisi çalışılmış, gebelikte kadınlarda akrokordon geliştiği ya da sayılarının arttığı belirlenmiştir.
- Progesteron ve östrojenin akrokordonda hormonal etkisi çalışılmış gebelikte kadınlarda akrokordon geliştiği yada sayılarının arttığı belirlenmiştir.
Hiperinsülinemi ve kadın hormonlarının epidermal büyüme faktörü ile dönüştürücü büyüme faktörü üzerinden fibroblastik aktivite ile cilt tümör oluşumuna ve akrokordon gelişimine neden olduğu düşünülmektedir. Benzer şekilde, obezite hiperinsülinemiye yol açar ve bu da insülin benzeri büyüme faktörü (IGF) seviyelerini artırır. Hem epidermiste hem de dermiste IGF-1, hiperproliferatif/hiperplastik etki ile akrokordonlara neden olmaktadır. Ayrıca, dermal fibroblastlar tarafından üretilen IGF-1, otokrin bir etkiyle bağ dokusunun oluşumuna yol açar. Parakrin bir etkiyle keratinositleri uyararak papillomatozise veya papillomatozis olmadan hiperkeratoz ve akantoza neden olmaktadır. Bunların her ikisi akrokordon oluşumuna yol açar.
Klinik
Akrokordonlar genellikle cildin herhangi bir yerinde küçük, saplı lezyonlar olarak görülür. Önemsiz olarak kabul edilmelerine rağmen, bazıları alışılmadık sayı, boyut ve renklere sahip olabilir. Kaşıma, giysilere ve aksesuarlara takılmaları ile şişme, eritem, kanama, ağrı gibi belirtiler nedeniyle ara sıra fiziksel olarak rahatsız edici hale gelebilir ya da hastayı varlıklarıyla zihinsel olarak rahatsız edebilir. Kadınlarda bir yatkınlık düşünülse de erkeklerle aynı sıklıkta görülmektedir. Gebelik sırasında oluşan akrokordonlar "fibroma molluscum gravidarum" olarak tanımlanır. Gebeliğin 4. - 6. aylarında sıklıkla görülürler ve genellikle doğumdan sonra kaybolurlar. Tekrarlayan gebeliklerde kalıcı oldukları ve boyutlarında sürekli bir artış olduğu bulunmuştur. Bazen deriye tutundukları sapları etrafında dönebilirler.
Akrokordon geliştikten sonra, ilerleyen yaşla birlikte boyutu veya sayısı artabilir. Akrokordonların görülme riski yaşla birlikte artar. 20 yaşlarda başlamaktadır. 40 yaşından sonra, akrokordon sıklığı yaklaşık %37'dir. 50-60 yaşlarda yaklaşık üçte ikisinde genellikle akrokordon görülmektedir. Ancak 50 yaş, akrokordon artışının durgunlaştığı bir dönüm noktası gibi görünmektedir. Yaşla birlikte daha önce fark edilmeyen lezyonların boyutu artabilir, bu da akrokordonları fark edilir hale getirir. Bu akrokordonun beslenmesini bozmakta, kızarma, morarma, şişme ile ağrıya neden olmaktadır. Sıklıkla bu değişimler hastalarda kaygıya neden olmaktadır.
Krokordonlar genellikle 0,5–2,5 mm çapında, deriden kabarık ince bir sapla deriye tutunan polipler olarak görülür. Genellikle yuvarlak ve yumuşak görünürler. Çoğu çıplak gözle muayene ile teşhis edilir. Cilt renginde veya hiperpigmente olabilirler. Akrokordonlar çoğunlukla sürtünne vücut bölgelerinde bulunur: koltuk altı, boyun ve kasık gibi. Diğer lokalizasyonları yüz, özellikle göz kapakları, göğüs altı, karın ve sırttır.
Akrokordonlar boyutlarına göre tanımlanırlar;
- Küçük akrokordonlar: Yaklaşık 1-2 mm genişliğinde ve yüksekliğinde, çoğunlukla boyun ve aksiller bölgede görülen akrokordonlar
- Orta büyüklükteki akrokordonlar: Yaklaşık 5 mm uzunluğunda ve 2 mm genişliğinde tek veya çoklu filiform akrokordonlar.
Büyük boyutlu akrokordonlar: torba benzeri görünümde olabilen saplı akrokordonlar, bazen 5 cm'den daha büyük boyutlara ulaşırlar ve bunlara dev akrokordon denir. 1 cm boyutlarına ulaştıklarında deriye tutunma sapları incelmektedir. Hastanın giysi ve aksesuarlarına takılabilmektedir.
Şekil ve büyüklüğünde ani bir değişiklik olması veya ağrı, kanama gibi belirtilerin gelişmesi, hastada bu değişikliğin niteliği hakkında aşırı endişe, olası bir kötü huylu tümörle ilgili kaygıya neden olmaktadır.
Tedavi
Özellikle yüz ve boyundaki akrokordonlar önemli bir kozmetik kaygıya neden olur ve akrokordonların iyi huylu seyrine dair güvenceye rağmen bunların tedavi kararı verilebilir. Bazı durumlarda, alışılmadık derecede büyük veya atipik akrokordonlar hastanın yaşam kalitesini de olumsuz etkileyebilir.
Akrokordonlarda duyu hissi azdır, bu nedenle topikal lokal anestezi ya da enjeksiyon anestezileri yapılarak aşağıdaki yöntemlerle alınabilirler. Sapsız akrokordonlar radyofrekans/elektrokoter veya lazerler (nanosaniye Q-anahtarlı Nd:YAG veya CO2 lazer) ile ablasyona tabi tutulurken, saplı akrokordonlar radyofrekans/elektrokoter veya lazerler ile sapın tabanından kesilerek alınmaktadır. Daha geniş bir tabana sahip dev akrokordonlar, benzer yöntemlerle alındıktan sonra büyük olabilecek defektler dikilir. Bu işlemler çoğunlukla güvenlidir ve kanama, enfeksiyon, yara iyileşmesinin gecikmesi, iltihap sonrası dispigmentasyon gibi komplikasyonlarla nadiren karşılaşılır. Diğer tedavi yöntemleri arasında akrokordonların dikiş, bakır tel veya diş ipi ile bağlanarak kan akımını engellemek ve iskemik nekroza sokmak bulunmaktadır. Bu teknikler ağrılıdır ve etkinlikleri yavaş ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle tercih edilmez.
Metabolik sendrom gelişme riski göz önüne alındığında, hastaların kalori kısıtlaması diyeti ve fiziksel aktivite dahil olmak üzere yaşam tarzlarını değiştirmeleri yönünde teşvik edilmelidir.